Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

13 Temmuz 2017 Perşembe

Antalya - Kaş 2017

Kaş

Kaş çok sevdiğimiz; tatil için sık gittiğimiz bir yer; genelde sezonda giderken; bu sene Mayıs ortası gittik; sezon daha tam açılmadan önceki halini de görmüş olduk. Kaş civarında Xanthos, Letoon gibi tarihi kalıntılar; Saklıkent, Kekova gibi doğal güzellikler; Kaputaş ve Patara gibi dünyaca ünlü plajlar mevcut tabi; daha önce gitmiş olsak da bu gezide Patara dışındakilere uğramadığımız için sadece bir kaç mekandan kısa kısa bahsedeceğim. 

Zaika Ocakbaşı’ na geçen sene yer bulamadığımız için gitmek kısmet olmamıştı ama hakkında çok iyi yorumlar duymuştuk. Bu sefer yüksek sezonda gitmemenin avantajı; rezervasyonsuz dahi yer bulabilmek oldu; biz de üç akşam yemeğimizin ikisini burada yedik.

Zaikas

İlk akşam, şaşlık yeme amacıyla gitsem de; kalmamış olduğundan “Ali Nazik kebabı” ve özel soslarıyla marine edilmiş dana bonfile “Zaikas” tercih ettik. Ali Nazik’in patlıcanı tam kararında pimişti; et de yumuşak ve suluydu. Zaikas, görünüm olarak kebaba benzer şekilde; şerit bir et olarak geldi. O da çok başarılıydı; hatta Ali Nazik’ den bir tık daha iyiydi. Salata yerine, ortaya “Lübnan usulü mütebbel” söyledik. Tahin,limon ve nar ekşili patlıcandan yapılan bu meze lezzetli olsa da; benim gibi bir tahin aşığı için bile ağır geldi; tahin daha az baskın olsa; daha lezzetli olabilir. Üzerine söylediğimiz dondurmalı incir tatlısı bu tarz tatlılar (bkz. Ayva tatlısı :)) bana çok hitap etmese de fena değildi; ama etler de olduğu gibi uçuran bir lezzet yoktu.

Mütebbel

Ali Nazik 
Zaikas


İncir Tatlısı

Kabak Tatlısı

İkinci akşam, biraz daha erken giderek “şaşlık” bitmeden yetiştik. Ortaya da meze yerine gavur dağı salata söyledik. Salata iyiydi ama şaşlık gerçekten inanılmazdı. Ayda en az iki defa İstanbul’ un iyi kebapçılarında bu kebabı yiyen biri olarak; bu yemek üzerine özel bir merakım olduğunu ve bir nebze de olsa otorite sayılabileceğimi düşünüyorum; bu kalitede olanına daha önce rastlamamıştım; sırf bu yemeği yemek için insanı Kaş’ a getirir. Üzerine, Hatay usulü kabak tatlısı söyledik; kabağın bu formu tatlıdan ziyade kabak şekeri gibi oluyor. Bir kabak sever olarak her türlü formu benim kabulüm :). Burada yapılan da, iyi yapılan örneklerdendi; tek eksik incir tatlısında olduğu gibi dondurmayla servis edilmemesi; öyle daha hafif olabilirdi.

Meşhur Şaşlık ;)
Sonuç olarak; bahçe içindeki bu ocakbaşının ortamı çok keyifli; arkadan gelen hafif müzikler de genel ambiyansla çok uyumlu; yemekten alınan keyfi arttırıyor ama bütün bunlar olmasa bile sırf yemekleri için gidilebilecek bir mekan. Fiyatlar turistik bir yöreye göre makul; alkolsüz kişi başı 60-70 TL arası hesap verdik.

Çınarlar Pizza ve Pide adeta bir Kaş klasiği. Zaten beachi, apartı; farklı isimli mekanlarıyla Kaş’ ın her yerinde izlerini görmek mümkün. Restoranlarına da her Kaş ziyaretinde bir kaç sefer uğruyoruz. Burası aslında pizza,pide, kebap, patates kızartması gibi ayrı telden çalan ürünleri menüsünde birleştirmesi ve kebabın yanında bira içen turist ağırlıklı müşteri kitlesiyle dışarıdan ümit vermeyecek bir mekan ama muhteşem taş fırın pideleri ve çok çok iyi hizmetiyle bir kere gidenin mutlaka tekrar gittiği bir mekan. Mekanın bu kadar tutulmasında; herkesin memnun ayrılmasında önemli bir pay da her daim yüzü gülen işletmeci Fırat’ ın; her milletten müşteriyle yakından ilgileniyor. İkramlar da Adana/Mersin standardında; en son iki pide söylediğimizde ikram olarak iki meze ve büyük bir peynirli salata ile beraber geldi mesela. Bu arada ayrı telden çalan ürünler menüde var deyince; geçen yıllarda karidesini tadıp ondan da çok memnun kalmıştık; yani menünün hakkını vermediklerini de söyleyemeyiz. Son olarak fiyatları da gayet uygun adam başı 30 liranın üzerinde verdiğimiz olmadı; bu arada bahşişi bile gizli gizli verebiliyorsunuz yoksa Fırat hemen gelip “Abi ne gereği var?” deyip, geri çeviriyor :).

Çınarlar

Çınarlar

Biiisstt Coffee & Sandwiches, bu gittiğimizde önünden geçerken görüp girdiğimiz sevimli bir cafe. Konum olarak Deja Vu’ ya çıkan bayırın biraz daha alt tarafında kalıyor. Kaş zincir kahvecilerin bulunduğu bir yer değil o yüzden iyi bir kahve içmek çok kolay olmayabiliyordu. Burada içtiğimiz latteler İstanbul’ daki iyi kahvecilere yakın kalitedeydi. Yanında yiyecek bir şey sorunca; bir tabak ev yapımı; kepekli kurabiye ikram edecek kadar da nazik işletmecileri var.

Biiisstt Coffee & Sandwiches

Lara Balık Evi’nin Konyaaltı şubesine 7 Mehmet’ de yer bulamayınca tavsiye üzerine gittik. Burası adından anlamanın pek zor olmadığı üzerine bir balıkçı; salaş bir yer değil; merkezi konumda şık bir mekan. İstediğimiz mekanda yer bulamamanın hayal kırıklığı ile gitmiş olsak da memnun ayrıldık. Söylediğimiz barbunlar lezzetliydi ama başka yerde bulunamayacak kadar büyük bir fark yoktu ama avokadolu salatasını başka yerde bulabilmek zor; gidince muhakkak tatmak lazım. Dediğim gibi burası lüks sayılabilecek, alkollü bir balıkçı olduğu için pek ucuz bir yer değil; yemeklerden memnun ayrılsak da kesinlikle gidin diye tavsiye edeceğim kadar parasını hakediyor diyemem; yine de bir alternatif olarak aklınızda olsun.

Avakadolu Lara Salata

Lara Balık Evi

Kaş, İstanbul’ dan arabayla tek seferde gitmek için yorucu oluyor diyerek; bir akşam Antalya’ da mola vermeye karar verdik ama asıl motivasyonum Antalya’ da 7 Mehmet’ de bir akşam yemeği yemekti. Bir kaç senedir bu restoran hakkında çok iyi yorumlar okusam da şimdiye kadar gidememiştim. Mayıs ortasında bu kadar büyük bir mekanın dolacağını düşünmediğimden yer ayırtmadım ama yine de öğle saatlerinde garantiye almak için arayınca hiç yer kalmadığını öğrendim. İnanmak istemesem de anneler gününe denk gelmesi ve aynı gün Antalya’ da 2. Lig yükselme maçları oynanması sebebiyle; sezon olmayan bir dönemde tüm masalar için yer ayırtılmış. Araya Antalyalı tanıdıkları soksak da faydası olmadı. O hayal kırıklığı ile farklı bir mekana gittik ama gidememek içimde kaldı. İçimizde kalmasın diyerek; sabah Kaş’ a hareket saatimizi biraz erteleyip; sabah kahvaltı yapmadan; öğle servisinin ilk müşterileri olarak 11:30’ da kendimizi 7 Mehmet’ e attık J. Daha bahçesine girerken insanı etkileyen bir mekan; geniş ve düzenli bir otoparkı ve çok büyük bir bahçesi var. Binası da gayet şık ve deniz manzaralı. Biz de ilk masa olmanın avantajıyla; bahçenin hemen yanında; yukarıdan deniz gören bir masaya yerleştik ama tabi bizim buraya geliş amacımız turistik seyahat değil; fazla oyalanmadan menüye geçtik. Sıcak bir Mayıs öğleninde; daha kahvaltı yapmadan et yemek herkese cazip gelmese de ben bergamotlu ve bademli iç pilav üzerine ince kemiksiz pirzola beis görmedim J. Eşim kahvaltı için daha geleneksel bir seçimle sucuklu yumurta söyledi. Ortaya da meyveli ve avokadolu salata söyledik. Salata da her şey taptazeydi ama ben avokadoyu salatada sos olarak daha çok seviyorum; bu salatada dilimlenmiş olarak sunulmuştu. Tabi masanın asıl yıldızı pirzolaya geçersek; bütün beklentilerimi karşılayacak şekilde tam kararında pişirilmiş; çok lezzetli bir etti ama iç pilav beklentilerimin bile ötesindeydi; sırf bu bademli iç pilav için bile gidilir. Tabi buraya akşam yemeği için gelebilsek; tatmayı istediğim pek çok yemek daha vardı ama bunu bir demo sayarak bir daha ki sefere bıraktık bu hayallerimizi. Bu kadar şık ve popüler mekana göre; fiyatlar da uygun sayılır; içecekler dahil toplam 110 TL ödedik.

7 Mehmet

7 Mehmet

Bergamotlu ve Bademli Pilav Üzerinde İnce Kemiksiz Pirzola

Meyveli Avakado Salatası

Sucuklu Yumurta

Bunlara geçen seneden bir tavsiye olarak Homburger’ i ekleyebilirim. Ev yapımı hamburger yapıyorlar; yanında da enfes parmesanlı patates ve kerevizli ayran var. Bu gittiğimizde uğrayamadık ama siz bizim yerimize de gidin.

Homburger 
Homburger


Homburger

4 Temmuz 2017 Salı

New York 2017 - 2

"Mc Sorley's Cats" by John French Sloan

New York yazımızın ikinci bölümünde, şehrin gece hayatından bir kaç mekan paylaşacağım ama gece hayatı deyince yanlış yönlendirmiş olmayayım; öyle club club gezmedik; daha çok keyifli muhabbete güzel içkilerin eşik ettiği mekanları tercih ettik. O yüzden akşam hayatı demek daha doğru olabilir :).

2 hafta boyunca gittiğim tek gece kulübü, Whitney Museum’ un yakınındaki küçük bir club olan Cielo oldu; oraya da mekan asıl yükünü almadan; gece yarısından önce gittiğimiz için pek sağlıklı değerlendirme imkanımız olmadı; o yüzden biz güzel bir pub ile başlayalım.

Club Cielo (Fotoğraf alıntı)

Mc Sorley’s Old Ale House; kurulduğu 1854 yılından beri dekorasyonunu hemen hemen hiç değiştirmeden hizmet vermeye devam eden; New York’ un en eski İrlanda barı. Bazı kaynaklarda New York’ un en eski barı olarak geçse de; bu ünvan her ne kadar şu an ilk açıldığı yerde faaliyet göstermese de, 1762 tarihinde açılan Fraunces Tavern’ a ait. Mc Sorley’s ise listede en eski 4. bar olarak yer bulmuş. Burası şöhretini sadece eski olmasına da borçlu değil; zira 1940 yılında dahi bu ikonik mekanla ilgili, benim de en sevdiğim yabancı yayın olan New Yorker’ da uzun bir yazı çıkmış; okumak isteyenler için linki hemen aşağıda:


Mekanın tarihi ile ilgili ilginç bir detay da; burasının kadınlara hizmet vermeye en geç başlayan yerlerden biri olması; 1970 yılına kadar kadınlara hizmet vermeyi reddetmişler. Neredeyse bir asır boyunca tek istisna; müşterilere çerez satmak için ara sıra gelen bir hanım olmuş; bazı günlerde kendisine içki servisi de yapılmış; ben de bu detayı yukarıda bahsettiğim yazıdan öğrendim. Bu yasağın nedeninin ne olduğunu sorarsanız; mekanın kurucusu, Old John lakaplı, John Mc Sorley’ in kadınların bulunmasının içerideki muhabbeti değiştirerek; samimiyeti azaltacağını düşünmesiymiş; haklı mı haksız mı yorumu okuyucuya bırakıyorum :).

Mc Sorley's Old Ale House 

Mc Sorley's Old Ale House

Mc Sorley's Old Ale House 

Burasını çok sevdiğim için; uzun yazma isteğime engel olamıyorum o yüzden mekanla ilgili tecrübemize geçmeden; bir kaç küçük detay daha verelim. Amerikalı ressam John French Sloan, Mc Sorley’s Old Ale House'u  5 ayrı resminde konu etmiş ve mekan ününün bir kısmını da bu resimlere borçlu. Burası Matt Damon ve Edward Norton’ ın "Rounders" ve Sergio Leone’ in "Once Upon A Time in America" gibi filmlerde de bazı sahnelere ev sahipliği yapmış. Son olarak ülkemizde de yayınlanan "Altın Kızlar" dizisinde Sophia, kızı Dorothy’ yi Mc Sorley’s deki masalardan birinin üzerinde doğurduğunu iddia ediyordu; tabi 1970 yılına kadar buraya kadınların kabul edilmediğini düşününce burada bilinçli bir kronolojik hata (anachronism) yapıldığını görüyoruz.

Mc Sorley's Old Ale House
Mc Sorley's Old Ale House


Bu uzun girizgahtan sonra; kendi gözlemlerimize geçelim. Mekana hafta içi; akşam 7 suları gittiğimiz için içerideki kalabalığın çoğu işlerinden yeni çıkmış beyaz yakalılardan oluşuyordu. İçeri girer girmez mekanın tarihini hissediyorsunuz; muhtemelen 100 yıl önce de içerisi ortada büyük bir sobanın olması dışında çok da farklı görünmüyordu. 1910’ dan beri hiç bir şey duvarlardan indirilmemiş; mekanda ünlü sihirbaz Houdini’ ye ait bir çift kelepçe gibi tarihi objeler dikkat çekiyor. Önce bir çiftin oturduğu masaya sığışsak da; diğer arkadaşlar katılmadan cam kenarı müstakil bir masaya geçebildik ama burada biraz sıkışık oturmaya hazırlıklı gelmekte fayda var her ne kadar kendi adıma bunu önemli bir problem olarak görmesem de.

Mc Sorley's Old Ale House

Amerika son yıllarda bira konusunda en önemli atılımın yapıldığı ülke; bira çeşidi bakımından Belçika, Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerin çok çok ilerisindeler; keza kalite olarak da aynı seviyeye geldikleri söylenebilir; rakama son baktığımda büyük firmaların dışında 5 binin üzerinde küçük üretici craft biralar yapıyordu. Bu kadar çok üretici olunca çoğu mekanda da; hayli geniş bira listeleri göze çarpıyor. Burada ise durum biraz farklı; sadece 2 çeşit var; "açık" ve "koyu"; detay yok, tatava yok :). Biraları kendileri üretmiyor ama buraya özel olarak ürettiriyorlar. Sunum olarak bir bira da isteseniz; 2 küçük Arjantin bardakta servis ediliyor; o yüzden 1 bira söyleyip ikisini de tatmak mümkün ama iki biranın da içimi hayli kolay; tabiri caizse yağ gibi akıyor o yüzden bir birayla kesmek zor :). Servis yapan abi de iki elinde 10 ar bardağı masaya vurur gibi koyarak; bir orta çağ ambiyansı yaratıyor :). Yiyecek olarak çok fazla çeşit yok; 2017’de menüye sosisli koysalar da bar tabağı çok uzun yıllardır sadece kraker, kaşar peyniri ve soğandan oluşuyor. 1970’e kadar mekanın mottoları “Be Good or Be Gone (Uslu dur ya da git)” ve “Good Ale, Raw Onions and No Ladies (İyi bira, çiğ soğan ve kadın yok)” imiş; her ne kadar kadınlar artık girebilse de ; çiğ soğanların menüdeki yeri değişmemiş. Fiyatlar ise hayli uygun; biranın bardağı 2,5 dolar sadece. Sonuç olarak çok orjinal ve sıcak bir mekan; New York gezinizde en azından bir kez muhakkak uğrayın derim.

Madem iki bardağım var; neden kendi kendime kadeh tokuşturmuyorum?

Koyu & Açık

Minimalizm?

11 East 36th Street’ deki The Ginger Man, bütün gezi  boyunca en çok gittiğimiz mekan oldu. Burası da Mc Sorley’s gibi gerçek bir İrlanda barı; o yüzden de çakma olanları gibi adını İrlandalı ismine benzetmeye ya da TV’de İskoç-İrlanda takımlarının maçlarını yayınladığını duyuran bir tabela koymaya tenezzül etmemiş. Bar adını J. P. Donleavy’nin aynı adlı romanında alıyor; yazar İrlanda kökenli ve roman da Dublin’de geçiyor olsa da; yazarın doğum yeri New York; o yüzden bar ile roman birbirlerine daha da çok benziyor.

The Ginger Man

Sevdiğimiz başka bir İrlandalı...

The Ginger Man

The Ginger Man

Buranın en sevdiğimiz özelliği; fıçıdan 80’e yakın civarı çok iyi seçilmiş bira sunmasının da ötesinde; her iyi pub gibi sohbete uygun ortamı oldu. Işığın seviyesinden; dekorasyona kadar her şey tam kararında olmuş; hiç bir şey rahatsız etmiyor; sanki hayatın doğal akışıyla yerini bulmuş gibi bütün eşyalar.

The Ginger Man

The Ginger Man

The Ginger Man

Bira konusunda dünyada otorite kabul edilen Michael Jackson da, şarkıcı olan değil, buradan favori publarından biri olarak bahsediyor; her ne kadar aslen Houston’ daki, ilk açılan The Ginger Man’ den bahsediyor olsa da. Biralara geçersek; yukarıda bahsettiğim gibi günlük güncellenen 70-80 fıçı biranın yanında; 100’ ün üzerinde şişe de servis ediliyor ama burada asıl ilgi çekici olan nicelikten ziyade nitelik kısmı; her yerde bulunmayan çok iyi biralar karşımıza çıktı. İtiraf etmek gerekirse; sınıf olarak bazı biraların biterek menüden geçici olarak kaldırılmasında epey katkımız oldu :). Bu dediğim çeşitlere ek olarak, “house beer” olarak sunulan, mekana özel “Exclusive Robot Fish Ipa w/Halycon & Citra” muhakkak tadılması gereken biralardan; tabi bizim geçici olarak menüden kaldırttıklarımızdan da biri oldu. Keza, The Ginger Man’ in 20. yıldönümüne özel olarak Transmitter Brewing tarafından üretilen “Farmhouse Ale with Cherries and Ginger” da, başka yerde bulunmayacak bir bira ama 8-10 dolar arasında değişen diğer biraların yanında, 24 dolarlık fiyatı biraz göz korkutabilir; daha çok ortaya tadımlık. Daha uygun fiyatlı alternatif, The Ginger Man ile Amerika’ nın en iyi üreticilerinden Stonde Brewing’ in ortak ürettiği “Stone Arrogant Bastard Mongrel” adlı pale lager türü bira olabilir; bu da yüksek miktarda tükettiklerimiz arasında yer aldı :). Son olarak da, fıçıda dinlendirilen iki bira önerelim, pale ve hoppy bir IPA olan “ Bear Republic Hop Shovel” ve taze kesilmiş çimen, nane ve kavun kokularını aynı anda aldığımız “Barrier Suburb: Citra”. Özetle, burası dışarıdan bakınca çok dikkat çekici görünmeyen, ama arkadaşlarınızla hoş sohbetlerinize; çok iyi biraların eşlik edebileceği; çok küçük olmamasına rağmen ev sıcaklığında bir mekan; özellikle arka tarafta salon konseptindeki bölüm. Bizim gibi hemen hemen her akşam gitmenize gerek yok ama en azından bir kere muhakkak yolunuzu düşürün :).  

Sercan ve house beerlar :)






Suffolk Arms, klasik bir İngiliz pubı ismine ve görüntüsüne rağmen; tam bir New York kokteyl barı. Aynı zamanda fırınlanmış dana iliği ve kaburga sandviç gibi pek çok yiyecek seçeneği barındırsa da; biz yemek sonrası gittiğimiz için bunları deneyemedik; direkt olarak mekanın alametifarikası kokteyllerine yöneldik. Ben buranın spesyalitesi olan yumurta beyazı ve malbec ile yapılan “New York Sour” sipariş ettim. Adından dolayı şaşırılacak bir şey olmasa da; benim damak tadım için fazla ekşi geldi. Tadına bakma şansını bulduğum “Trinidad Sour” ve “Marshall”ı daha çok sevdim. Burbon, kalvados (elma brendisi) ve konyak ile yapılan “Congerence” ya da yeşil limon, vanilya, çarkıfelek meyvesinden “Porn Star Martini” de tavsiye edilen kokteyller arasında; tabi menüdeki 100 çeşit kokteylden birini seçip şansınıza da güvenebilirsiniz :). Küçük ve rafine bir mekan; kokteyl sevenler için çok fazla çeşit sunuyor; daha da önemlisi bu işi ciddiye alarak yapıyorlar; bir ziyareti hakediyor sonuç olarak.

Suffolk Arms

Suffolk Arms

Sabancı EMBA, Suffolk Arms' da 
Tyrion Lannister değil mi o? :)



Marshall

Trinidad Sour

New York Sour

2012 yılından beri hizmet veren Alphabet City Beer Company (ABC Beer Co.), House Cafe’ yi andıran samimi bir mahalle barı. Özellikle şişe olarak; zengin bir bira çeşidi sunmasının yanında blonde ale türündeki “Easy”, IPA  “Alpha Male” ve “Dizzy Brewnette” adlı brown ale gibi kendi üretimleri biraları da servis ediyorlar. Biz buraya kapanışa yakın saatte gidince yer konusunda sıkıntı yaşamadık ama mekan küçük olduğu için yer bulmak problem olabilir; rezervasyon da kabul etmiyorlar. Mutlaka gidilmesi gereken bir yer demek abartılı olabilir ama bira meraklılarına tavsiye ederim; hafta içi bir akşam tercih edilirse yer bulma sıkıntısı da daha az olabilir.

Hatice ve İsmail' in mekanı bulunca mutluluğu :) 
ABC Beer Co.



ABC Beer Co.

Bira menüsü sade ama çok başarılı

Blue Note Jazz Club, Manhattan, Greenwich Village’ de 131 West 3rd Street adresinde bulunan; zamanında Ray Charles’ın her yıl 1 hafta boyunca sahne aldığı, efsanevi bir caz kulübü. Aynı zamanda “Half Note” adında; buradaki canlı performansların albümlerini yayınlayan bir plak şirketleri de var. New York’ da, Dizzy’s Club, Birdland gibi saygın rakipleri olsa da; pek çok otorite burayı New York’ un en iyi caz kulübü olarak kabul ediyor; zaten klüb de kendini “Cazın dünya başkenti” olarak nitelendiriyor; abartılı olabilir ama gerçekten çok iyi bir mekan olduğu tartışma götürmez.

Blue Note Jazz Club

Half Note

Bizim gittiğimiz akşam The Duke Ellington Orkestrası, Ella Fitzgerald’ ın 100. doğum günü için özel bir performans sergiledi; müzik otoritesi olmaktan uzak olsam da çok beğendim.



Kapının önündeki uzun kuyruk da sizi yıldırmasın; beklemeye değiyor; zaten kapı açıldıktan sonra sıra da hayli hızlı ilerliyor. Çok ucuz bir yer değil ama hafta içi akşamları öğrenci indirimi var; Pazar brunchları da daha uygun fiyatlı bir alternatif olabilir. Groupon’ un Amerika sitesinden hem akşam hem de brunch için fırsatlar da bulunabilir.

The Duke Ellington Orkestrası

Jane Hotel’ in balo solonu olan The Ballroom, bana İstanbul’ daki Pera Palas’ ın balo salonunu hatırlattı. Jane Hotel, 1892 yılında Orient Express misafirleri için şehrin ilk lüks oteli olarak açılan İstanbullu kardeşinden (abi/abla daha doğru olabilir J ), 16 yıl sonra açılmış. 100. yılında; 2008’ de bir restorasyon geçiren otel; cruise gemilerinden esinlenen yapısıyla nispeten küçük ama fonskiyonel odalarıyla biliniyor. Balo salonu her ne kadar gece yarısından sonra en hareketli saatlerine geliyorsa da bizim gittiğimiz akşam üstü sakinliğinde mekanın tarihi daha iyi hissediliyor. Ben gözümü kapatıp kendimi bir Agatha Cristie romanında hayal ettim o yüzden saat seçimimden pişman değilim ama bir de gece gelip mekanın canlılığını yaşamak güzel olabilir.

Jane Hotel's Ballroom

Jane Hotel

The Ballroom

Listemdeki diğer bir bira barı olan Blind Tiger' a bir şekilde denk getirip gidemedim ama döneceğimiz gün tesadüfen önünden geçtim. Siz giderseniz; yorumlarınızı paylaşırsınız benimle; bakalım neler kaçırmışım :).

Blind Tiger

Blind Tiger

Blind Tiger

Böylece New York yazımızı da bitirdik; umarım sevmişsinizdir 2 bölümü de. Yazının ilk bölümü için link hemen aşağıda: