|
"Mc Sorley's Cats" by John French Sloan |
New York yazımızın ikinci bölümünde, şehrin gece
hayatından bir kaç mekan paylaşacağım ama gece hayatı deyince yanlış
yönlendirmiş olmayayım; öyle club club gezmedik; daha çok keyifli muhabbete
güzel içkilerin eşik ettiği mekanları tercih ettik. O yüzden akşam
hayatı demek daha doğru olabilir :).
2 hafta boyunca gittiğim tek gece kulübü, Whitney Museum’
un yakınındaki küçük bir club olan Cielo oldu; oraya da mekan asıl yükünü
almadan; gece yarısından önce gittiğimiz için pek sağlıklı değerlendirme
imkanımız olmadı; o yüzden biz güzel bir pub ile başlayalım.
|
Club Cielo (Fotoğraf alıntı) |
Mc Sorley’s Old
Ale House; kurulduğu 1854 yılından beri dekorasyonunu hemen hemen hiç
değiştirmeden hizmet vermeye devam eden; New York’ un en eski İrlanda barı.
Bazı kaynaklarda New York’ un en eski barı olarak geçse de; bu ünvan her ne
kadar şu an ilk açıldığı yerde faaliyet göstermese de, 1762 tarihinde açılan Fraunces
Tavern’ a ait. Mc Sorley’s ise listede en eski 4. bar olarak yer bulmuş. Burası
şöhretini sadece eski olmasına da borçlu değil; zira 1940 yılında dahi bu
ikonik mekanla ilgili, benim de en sevdiğim yabancı yayın olan New Yorker’ da
uzun bir yazı çıkmış; okumak isteyenler için linki hemen aşağıda:
Mekanın tarihi ile ilgili ilginç bir detay da; burasının
kadınlara hizmet vermeye en geç başlayan yerlerden biri olması; 1970 yılına
kadar kadınlara hizmet vermeyi reddetmişler. Neredeyse bir asır boyunca tek
istisna; müşterilere çerez satmak için ara sıra gelen bir hanım olmuş; bazı
günlerde kendisine içki servisi de yapılmış; ben de bu detayı yukarıda
bahsettiğim yazıdan öğrendim. Bu yasağın nedeninin ne olduğunu sorarsanız;
mekanın kurucusu, Old John lakaplı, John Mc Sorley’ in kadınların bulunmasının
içerideki muhabbeti değiştirerek; samimiyeti azaltacağını düşünmesiymiş; haklı
mı haksız mı yorumu okuyucuya bırakıyorum :).
|
Mc Sorley's Old Ale House |
|
Mc Sorley's Old Ale House |
|
Mc Sorley's Old Ale House |
|
Burasını çok sevdiğim için; uzun yazma isteğime engel
olamıyorum o yüzden mekanla ilgili tecrübemize geçmeden; bir kaç küçük detay daha
verelim. Amerikalı ressam John French Sloan, Mc Sorley’s Old Ale House'u 5 ayrı resminde konu
etmiş ve mekan ününün bir kısmını da bu resimlere borçlu. Burası Matt Damon ve
Edward Norton’ ın "Rounders" ve Sergio Leone’ in "Once Upon A Time in America" gibi
filmlerde de bazı sahnelere ev sahipliği yapmış. Son olarak ülkemizde de
yayınlanan "Altın Kızlar" dizisinde Sophia, kızı Dorothy’ yi Mc Sorley’s deki
masalardan birinin üzerinde doğurduğunu iddia ediyordu; tabi 1970 yılına kadar
buraya kadınların kabul edilmediğini düşününce burada bilinçli bir kronolojik
hata (anachronism) yapıldığını görüyoruz.
|
Mc Sorley's Old Ale House |
|
|
Mc Sorley's Old Ale House |
Bu uzun girizgahtan sonra; kendi gözlemlerimize geçelim.
Mekana hafta içi; akşam 7 suları gittiğimiz için içerideki kalabalığın çoğu
işlerinden yeni çıkmış beyaz yakalılardan oluşuyordu. İçeri girer girmez
mekanın tarihini hissediyorsunuz; muhtemelen 100 yıl önce de içerisi ortada
büyük bir sobanın olması dışında çok da farklı görünmüyordu. 1910’ dan beri hiç
bir şey duvarlardan indirilmemiş; mekanda ünlü sihirbaz Houdini’ ye ait bir çift
kelepçe gibi tarihi objeler dikkat çekiyor. Önce bir çiftin oturduğu masaya sığışsak
da; diğer arkadaşlar katılmadan cam kenarı müstakil bir masaya geçebildik ama
burada biraz sıkışık oturmaya hazırlıklı gelmekte fayda var her ne kadar kendi
adıma bunu önemli bir problem olarak görmesem de.
|
Mc Sorley's Old Ale House |
Amerika son yıllarda bira konusunda en önemli atılımın
yapıldığı ülke; bira çeşidi bakımından Belçika, Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerin
çok çok ilerisindeler; keza kalite olarak da aynı seviyeye geldikleri
söylenebilir; rakama son baktığımda büyük firmaların dışında 5 binin üzerinde
küçük üretici craft biralar yapıyordu. Bu kadar çok üretici olunca çoğu mekanda
da; hayli geniş bira listeleri göze çarpıyor. Burada ise durum biraz farklı;
sadece 2 çeşit var; "açık" ve "koyu"; detay yok, tatava yok :). Biraları kendileri üretmiyor ama buraya özel
olarak ürettiriyorlar. Sunum olarak bir bira da isteseniz; 2 küçük Arjantin
bardakta servis ediliyor; o yüzden 1 bira söyleyip ikisini de tatmak mümkün ama
iki biranın da içimi hayli kolay; tabiri caizse yağ gibi akıyor o yüzden bir
birayla kesmek zor :). Servis yapan abi de iki elinde 10 ar bardağı
masaya vurur gibi koyarak; bir orta çağ ambiyansı yaratıyor :). Yiyecek olarak çok fazla çeşit yok; 2017’de menüye sosisli koysalar da bar tabağı çok uzun
yıllardır sadece kraker, kaşar peyniri ve soğandan oluşuyor. 1970’e kadar mekanın
mottoları “Be Good or Be Gone (Uslu dur ya da git)” ve “Good Ale, Raw Onions and No Ladies (İyi
bira, çiğ soğan ve kadın yok)” imiş; her ne kadar kadınlar artık girebilse de ;
çiğ soğanların menüdeki yeri değişmemiş. Fiyatlar ise hayli uygun; biranın bardağı
2,5 dolar sadece. Sonuç olarak çok orjinal ve sıcak bir mekan; New York
gezinizde en azından bir kez muhakkak uğrayın derim.
|
Madem iki bardağım var; neden kendi kendime kadeh tokuşturmuyorum? |
|
Koyu & Açık |
|
Minimalizm? |
11 East 36th Street’ deki The Ginger Man, bütün gezi
boyunca en çok gittiğimiz mekan oldu. Burası da Mc Sorley’s gibi gerçek
bir İrlanda barı; o yüzden de çakma olanları gibi adını İrlandalı ismine
benzetmeye ya da TV’de İskoç-İrlanda takımlarının maçlarını yayınladığını
duyuran bir tabela koymaya tenezzül etmemiş. Bar adını J. P. Donleavy’nin aynı
adlı romanında alıyor; yazar İrlanda kökenli ve roman da Dublin’de geçiyor olsa
da; yazarın doğum yeri New York; o yüzden bar ile roman birbirlerine daha da
çok benziyor.
|
The Ginger Man |
|
Sevdiğimiz başka bir İrlandalı... |
|
The Ginger Man |
|
The Ginger Man |
Buranın en sevdiğimiz özelliği; fıçıdan 80’e yakın civarı
çok iyi seçilmiş bira sunmasının da ötesinde; her iyi pub gibi sohbete uygun
ortamı oldu. Işığın seviyesinden; dekorasyona kadar her şey tam kararında
olmuş; hiç bir şey rahatsız etmiyor; sanki hayatın doğal akışıyla yerini bulmuş
gibi bütün eşyalar.
|
The Ginger Man |
|
The Ginger Man |
|
The Ginger Man |
Bira konusunda dünyada otorite kabul edilen Michael
Jackson da, şarkıcı olan değil, buradan favori publarından biri olarak
bahsediyor; her ne kadar aslen Houston’ daki, ilk açılan The Ginger Man’ den
bahsediyor olsa da. Biralara geçersek; yukarıda bahsettiğim gibi günlük
güncellenen 70-80 fıçı biranın yanında; 100’ ün üzerinde şişe de servis
ediliyor ama burada asıl ilgi çekici olan nicelikten ziyade nitelik kısmı; her
yerde bulunmayan çok iyi biralar karşımıza çıktı. İtiraf etmek gerekirse; sınıf
olarak bazı biraların biterek menüden geçici olarak kaldırılmasında epey
katkımız oldu :). Bu
dediğim çeşitlere ek olarak, “house beer” olarak sunulan, mekana özel
“Exclusive Robot Fish Ipa w/Halycon & Citra” muhakkak tadılması gereken
biralardan; tabi bizim geçici olarak menüden kaldırttıklarımızdan da biri oldu.
Keza, The Ginger Man’ in 20. yıldönümüne özel olarak Transmitter Brewing
tarafından üretilen “Farmhouse Ale with Cherries and Ginger” da, başka yerde
bulunmayacak bir bira ama 8-10 dolar arasında değişen diğer biraların yanında,
24 dolarlık fiyatı biraz göz korkutabilir; daha çok ortaya tadımlık. Daha uygun
fiyatlı alternatif, The Ginger Man ile Amerika’ nın en iyi üreticilerinden
Stonde Brewing’ in ortak ürettiği “Stone Arrogant Bastard Mongrel” adlı pale
lager türü bira olabilir; bu da yüksek miktarda tükettiklerimiz arasında yer
aldı :). Son
olarak da, fıçıda dinlendirilen iki bira önerelim, pale ve hoppy bir IPA olan “
Bear Republic Hop Shovel” ve taze kesilmiş çimen, nane ve kavun kokularını aynı
anda aldığımız “Barrier Suburb: Citra”. Özetle, burası dışarıdan bakınca çok
dikkat çekici görünmeyen, ama arkadaşlarınızla hoş sohbetlerinize; çok iyi
biraların eşlik edebileceği; çok küçük olmamasına rağmen ev sıcaklığında bir mekan;
özellikle arka tarafta salon konseptindeki bölüm. Bizim gibi hemen hemen her
akşam gitmenize gerek yok ama en azından bir kere muhakkak yolunuzu düşürün :).
|
Sercan ve house beerlar :) |
|
|
Suffolk Arms, klasik
bir İngiliz pubı ismine ve görüntüsüne rağmen; tam bir New York kokteyl barı.
Aynı zamanda fırınlanmış dana iliği ve kaburga sandviç gibi pek çok yiyecek
seçeneği barındırsa da; biz yemek sonrası gittiğimiz için bunları deneyemedik;
direkt olarak mekanın alametifarikası kokteyllerine yöneldik. Ben buranın spesyalitesi
olan yumurta beyazı ve malbec ile yapılan “New York Sour” sipariş ettim.
Adından dolayı şaşırılacak bir şey olmasa da; benim damak tadım için fazla ekşi
geldi. Tadına bakma şansını bulduğum “Trinidad Sour” ve “Marshall”ı daha çok
sevdim. Burbon, kalvados (elma brendisi) ve konyak ile yapılan “Congerence” ya
da yeşil limon, vanilya, çarkıfelek meyvesinden “Porn Star Martini” de tavsiye
edilen kokteyller arasında; tabi menüdeki 100 çeşit kokteylden birini seçip
şansınıza da güvenebilirsiniz :). Küçük
ve rafine bir mekan; kokteyl sevenler için çok fazla çeşit sunuyor; daha da
önemlisi bu işi ciddiye alarak yapıyorlar; bir ziyareti hakediyor sonuç olarak.
|
Suffolk Arms |
|
Suffolk Arms |
|
Sabancı EMBA, Suffolk Arms' da |
|
Tyrion Lannister değil mi o? :) |
|
Marshall |
|
Trinidad Sour |
|
New York Sour |
2012 yılından beri hizmet veren Alphabet City Beer Company (ABC Beer Co.), House Cafe’ yi andıran
samimi bir mahalle barı. Özellikle şişe olarak; zengin bir bira çeşidi
sunmasının yanında blonde ale türündeki “Easy”, IPA “Alpha Male” ve “Dizzy Brewnette” adlı brown
ale gibi kendi üretimleri biraları da servis ediyorlar. Biz buraya kapanışa
yakın saatte gidince yer konusunda sıkıntı yaşamadık ama mekan küçük olduğu
için yer bulmak problem olabilir; rezervasyon da kabul etmiyorlar. Mutlaka
gidilmesi gereken bir yer demek abartılı olabilir ama bira meraklılarına
tavsiye ederim; hafta içi bir akşam tercih edilirse yer bulma sıkıntısı da daha
az olabilir.
|
Hatice ve İsmail' in mekanı bulunca mutluluğu :) |
|
ABC Beer Co. |
|
ABC Beer Co. |
|
Bira menüsü sade ama çok başarılı |
Blue Note Jazz
Club, Manhattan, Greenwich Village’ de 131 West 3rd Street
adresinde bulunan; zamanında Ray Charles’ın her yıl 1 hafta boyunca sahne
aldığı, efsanevi bir caz kulübü. Aynı zamanda “Half Note” adında; buradaki
canlı performansların albümlerini yayınlayan bir plak şirketleri de var. New
York’ da, Dizzy’s Club, Birdland gibi saygın rakipleri olsa da; pek çok otorite
burayı New York’ un en iyi caz kulübü olarak kabul ediyor; zaten klüb de
kendini “Cazın dünya başkenti” olarak nitelendiriyor; abartılı olabilir ama
gerçekten çok iyi bir mekan olduğu tartışma götürmez.
|
Blue Note Jazz Club |
|
Half Note |
Bizim gittiğimiz akşam The Duke Ellington Orkestrası,
Ella Fitzgerald’ ın 100. doğum günü için özel bir performans sergiledi; müzik
otoritesi olmaktan uzak olsam da çok beğendim.
Kapının önündeki uzun kuyruk da sizi yıldırmasın;
beklemeye değiyor; zaten kapı açıldıktan sonra sıra da hayli hızlı ilerliyor.
Çok ucuz bir yer değil ama hafta içi akşamları öğrenci indirimi var; Pazar
brunchları da daha uygun fiyatlı bir alternatif olabilir. Groupon’ un Amerika
sitesinden hem akşam hem de brunch için fırsatlar da bulunabilir.
|
The Duke Ellington Orkestrası |
Jane Hotel’ in
balo solonu olan The Ballroom, bana
İstanbul’ daki Pera Palas’ ın balo salonunu hatırlattı. Jane Hotel, 1892
yılında Orient Express misafirleri için şehrin ilk lüks oteli olarak açılan
İstanbullu kardeşinden (abi/abla daha doğru olabilir J ), 16 yıl sonra açılmış. 100. yılında; 2008’ de bir
restorasyon geçiren otel; cruise gemilerinden esinlenen yapısıyla nispeten
küçük ama fonskiyonel odalarıyla biliniyor. Balo salonu her ne kadar gece
yarısından sonra en hareketli saatlerine geliyorsa da bizim gittiğimiz akşam
üstü sakinliğinde mekanın tarihi daha iyi hissediliyor. Ben gözümü kapatıp
kendimi bir Agatha Cristie romanında hayal ettim o yüzden saat seçimimden
pişman değilim ama bir de gece gelip mekanın canlılığını yaşamak güzel
olabilir.
|
Jane Hotel's Ballroom |
|
Jane Hotel |
|
The Ballroom |
Listemdeki diğer bir bira barı olan Blind Tiger' a bir şekilde denk getirip gidemedim ama döneceğimiz gün tesadüfen önünden geçtim. Siz giderseniz; yorumlarınızı paylaşırsınız benimle; bakalım neler kaçırmışım :).
|
Blind Tiger |
|
Blind Tiger |
|
Blind Tiger |
Böylece New York yazımızı da bitirdik; umarım sevmişsinizdir 2 bölümü de. Yazının ilk bölümü için link hemen aşağıda:
Eline sağlık Alper çok güzel bir yazı olmuş. Blind Tiger'a girememene üzüldüm. Önündeki tabelada da yazdığı gibi 30'dan fazla draft birası var, biz de gittiğimizde birkaç çeşit denemiştik hepsi de oldukça güzeldi. Ortamı biraz kalabalık ve gürültülüydü ama beni rahatsız etmemişti. Bir dahaki sefere artık diyorum :)
YanıtlaSilTeşekkür ederim; belki de daha iyi oldu aklımdaki bazı yerlere gidemem; tekrar gitmek için nedenimiz olur. Tabi iyi bir mekana 2. ye gitmek de geçerlik bir neden; benimkisi biraz züğürt tesellisi :)
SilBlue note çok keyifli bir geceydi, Jane Hotel'in ambiyansı ise müthişti görülmesi gereken bir yer kesinlikle.. Bol gezmeler Alper'cim :)
YanıtlaSilÇok sağol Edipçim; hep beraber gezeriz umarım :)
Sil