Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

12 Ağustos 2014 Salı

New York - 3

New York' da Yeme İçme - 2

New York Burger Co.




New York Burger Co



Yeme içme 2. bölümde yine bir hamburgerci ile devam ediyoruz. New York Burger Co. , gurme listelerinde Burger Joint kadar üstlerde yer almasa da bizim tesadüfen gidip çok beğendiğimiz bir yer oldu. Hatta Joint' e göre daha memnun kaldığımızı söyleyebilirim, Amerika' daki en iyi burger deneyimimizi burada yaşadık.




İkisi de Manhattan' da yer alan iki  şubeleri var. Biri Chelsea West, diğeri ise Flatiron semtinde yer alıyor. Biz iki sefer Flatiron' da bulunana gittik ki bütün bu 13 gün boyunca yanlızca iki yerde birden fazla kez yemek yedik.

Açıkçası giriş kısmında alelade bir fast food havası olması beklentiyi düşük tutmamıza yol açtı. Yoldan geçerken ayak üstü bir şeyler atıştırılan bir yer gibi duruyordu, biz de çok yorulduğumuz ve bir an önce bir şeyler yemek istediğimiz için girdik. Menüde burger, tavuk ve salata yer alıyor. Biz salata ya da tavuk denemedik o yüzden onlar hakkında yorum yapamayacağım. Burger isimleri genel olarak NYC' daki bölgeler ya da şehri çağrıştıran isimlerden seçilmiş. Et olarak hepsinde angus kullanılıyor. Ülkemizde bir şekilde angusa soğuk bakılsa da bence danadan daha iyi bir seçenek; zaten yurtdışında menülerde angus kullanmayı artı bir özellik olarak belirtiyorlar.Biz klasik cheeseburgere ek olarak; Soho burger ve Flatiron burgeri denedik. İlkinde portobello mantarı, peynir (İsviçre ya da cheddar), ızgara soğan ve ny burger sosu kullanılıyor. Diğerinde ise poblano adlı hafif acı bir Meksika biberi, monterey jack (inek sütünden yapılan, yarı sert bir Amerikan peyniri), ızgara soğan ve barbekü sos bulunuyor. Köftenin pişme seviyesi de size ayrıca soruluyor. Ekmekleri kendi üretimleri ve ısıtılarak servis ediliyor (zaten ekmeği ısıtmadan burger servis etmek bence yasaklanmalı). Biz köfteleri orta ve orta-iyi pişmiş tercih ettik. İkisinden de memnun kaldık, damak tadına göre değişir elbette ama bence orta pişmiş biraz daha iyiydi. Ama orta-iyi olanda da et kurumamıştı ısırınca foş sesini ve lezzetin ağır ağır ağzınızın içinde akarak ilerlemesini hissediyorsunuz ;).


İşte unutulmayan o lezzetler :)


Bu arada taze kesilmiş tatlı patateslerine ve ev yapımı geniş sos menülerine değinmemek de olmaz. Patates kesinlikle hayatımda yediğim en iyilerden biriydi, sos menüsü ise ny burger ,barbekü, bin adalar, fesleğenli pesto, akçağaç şuruplu dijon hardalı, chili biberli ketçup gibi pek çok, her biri iyi yapılmış sostan oluşuyordu. Benim favorim akçağaçlı hardal; Zeynep' inki ise pesto sos oldu.

Sos Bar


Fiyatlar Manhattan standartlarında makuldü; burgerler vergi dahil 8-10 $, patates 3,5 $; sınırsız içecek ise (miktar sınırsız olduğu gibi, kendiniz doldurduğunuz musluklarda sadece 10 çeşit Coca Cola vardı) 2 $ idi. Çalışma saatleri ise her sabah 11 de açılıp, akşam 10:30 da kapanıyor; yalnızca pazarları kapanış 10 da.


Adres:


FLATIRON
 
678 Sixth Avenue • (Between 21st & 22nd St)
New York, NY 10010
Tel: 212 229 1404 | Fax: 212 229 1454

CHELSEA WEST
 
470 West 23rd Street • (Corner of 10th Avenue)
New York, NY 10011
Tel: 212 255-0400 | Fax: 212 255-0499


http://www.newyorkburgerco.com/

11 Ağustos 2014 Pazartesi

New York - 2

New York' da Yeme İçme - 1


Amerika' nın genelinde yeme içme denilince steak, burger ve pizza akla geliyor. Tabi New York' da her ülkeden çok sayıda göçmen bulunuyor ve dünyanın tartışmasız en kozmopolit şehri; bu nedenle her mutfağa ait iyi örnekler bulmak mümkün. Ama iyi restaurantlarda yer bulmak için hem epey önceden rezervasyon yaptırmak, hem de fena olmayan bir parayı gözden çıkarmak gerekiyor. Bu nedenle  biz hakkını vererek bu mutfakları inceledik demem mümkün değil :).

Tatlı sever bir çift olarak pastane konusunda ise ne fiyattan ne de uzun yoldan kaçınmadık; neresi tarihi, neresi meşhursa gitmeye çalıştık :).

Burger Joint


Burger Joint neredeyse bütün listelerde NY' ın en iyi 10 burgercisinden biri olarak gösteriliyor. Pek çoğunda ise direkt olarak ilk sırada. Bu nedenle bizim de ilk durağımız burası oldu.

Burası salaş, samimi bir hamburgerci görünümünde, aşağıdaki resimde de göreceğiniz şekilde:

Burger Joint

 İlginç olan kısmı ise NYC' nin en lüks otellerinden biri olan Le Parker Meridien' in lobisinden geçerek girebildiğiniz ve perde ile kamufle edilmiş bir girişi bulunması (http://www.parkermeridien.com/). Burger Joint' e ait dışarıdan görülebilen bir tabela vs. bulunmuyor. Ama perdenin arkasına geçince karşılaştığınız uzun (45 dk bekledik.) sıradan anlayacağınız üzere bu gizlilik pek kimseyi engelleyememiş. Zaten popüler gurme sitesi Zagat (www.zagat.com) burayı "New York' un en kötü saklanan sırrı" olarak nitelendirmiş. :)

45 dakikalık sıranın sonunda cheeseburger ve biralarımız aldık. Açıkçası duyduğumuz onca methiye ve gördüğümüz sıradan sonra beklediğimiz performansı alamadık. Elbette kötü değildi ama bir Mano Burger de değildi :)



Fiyatlar ise NYC standartlarında normal burgerler vergi dahil 9-10 $ civarı, double olursa 15-17 $ ye geliyor. Bira 7 $, kola 3 $ idi.

Manhattan' da bunun dışında bir şubeleri daha var; 13th West 8th Street' de.

Kısacası sırf girişinin orjinalliği için bile bir kez gitmek gerekir ama bir New Yorker olsam müdavimi olacağım yerlerden olmazdı.

 Adres:

Le Parker Meridien
119 West 56th Street

http://www.burgerjointny.com/

7 Ağustos 2014 Perşembe

New York - 1

New York




Öncelikle moda tam girebilmek için Frank Sinatra dan "New York New York" u fonda çalalım :) . New York hiç gitmeyenlerin bile Hollywood sayesinde yaşıyormuşçasına bildiği, görülecek yerlerine hakim olduğu bir şehir.

Öncelikle söyleyeyim Amerika' ya uçmak pahalı ama varınca yaşamak ucuz efsanesi en azından Manhattan için geçerli değil. Mevsimsel farklılıklar gösterse de Times Square civarında orta halli bir otelde konaklamak için gecelik 300 USD yi gözden çıkarmak gerekiyor. Keza yeme içme de çok bütçe dostu değil. Biz  Times Sq' a yakın iki ayrı otelde konakladık, fiyatlar hemen hemen aynıydı. Ama bu civarda kalacak olanlara The Hotel @ Times Square' i öneririz. Temiz, güzel bir otel. Kahvaltısı yeterli düzeyde ayrıca ücretsiz kahve, soğuk veya sıcak su, internet erişimli pc ler ve ücretsiz yazıcı sağlıyor. Hepsinden önemlisi New York' da gezilecek pek çok yere yürüme mesafesinde; metro duraklarına da çok yakın. Free wi-fi da var.  Night Hotel Times Square ise meydana daha yakın, bu avantaj gibi görünse de cam yerine mika kullanmalarını da ekleyince odada uyumayı imkansız hale getiriyor. Odalarda free wifi veya ücrete dahil kahvaltı da yok.

Eyaletin adı da aynı olduğu için karışmaması için şehre Amerikalılar "New York City" diyorlar. Madrid ile aynı enlemde yer alsa da Avrupa' da aynı konumda bulunan şehirlere göre daha serin;bunun temel nedeni ise okyanus kenarında yer alması. Dünyanın en büyük doğal limanlarından biri olan şehir, Bronx, Brooklyn, Manhattan, Queens ve Staten Island olmak üzere 5 ana bölgeden oluşuyor. Bu bölgelerin her biri "borough" olarak adlandırılıyor. Her ne kadar yüzölçümü olarak bu bölgelerin en küçüğü olsa da gezilecek yerlerin büyük çoğunluğu Manhattan' da yer alıyor.

Manhattan İllüstrasyonu


Manhattan adının kökeni de oldukça ilginç. Kızılderili (Lenape) dilinde Man-hata isminden türeyerek, önce Manahata daha sonra da Manhattan halini almış. Man-hata pek çok tepeden oluşan ada anlamına geliyor. Şimdi de dünyanın en fazla gökdelenin bulunduğu ada olması enteresan bir tesadüf olmuş.


NJ' den çektiğimiz Manhattan (Midtown) manzarası

Her ne kadar ilk asansör 1890 larda kullanılmaya başlansa da, daha yüksek binalarda kullanılmaya uygun; bugün kullandığımıza yakın asansörlerin 1920 lerin sonunda kullanılmaya başlanması Manhattan'ın da bugünkü görüntüsünü ortaya çıkardı. O zamana kadar en fazla 5 kattan oluşan binalar, artan göçle birlikte gökdelenlere dönüştü.

Manhattan her birinin de kendi içinde alt bölgeleri olan Downtown, Midtown ve Uptown olmak üzere üç bölgeden oluşuyor. Downtown adından da anlaşılacağı üzere adanın güney bölümünde yer alan, şehrin ilk kurulduğu bölge. Wall Street, Dünya Ticaret Merkezi, Soho, Chinatown ve Little Italy burada yer alıyor. Chinatown ve Little Italy göçmen bölgeleri olduğu için buralarda ana dil İngilizce' den ziyade sırasıyla Çince ve İtalyanca. Midtown ise görülmesi gerekenler listesinde yer alanların yoğunlaştığı bölge; Empire State, Rockefeller, Chrysler gibi gökdelenler, Times Meydanı, Grand Central Terminal, Birleşmiş Milletler Binası, şehir kütüphanesi vs. burada yer alıyor. Uptown ise Manhattan' ın kuzeyinde; en önemli görülecek yer dünyanın ilk peyzaj parkı olan Central Park. Metropolitan ve Guggenheim müzeleri de yine bu bölgede bulunuyor.

Manhattan Haritası

Bu kadar ansiklopedik bilgiden sonra 2. bölümde New York' da yeme içme ile devam edeceğiz. Çok yakında ;)

Amerika - Haziran 2014

Balayı için gittiğimiz Amerika seyahatinin bloğa aktarılması, D-Smart sağolsun! internet bağlantımızı 2 ayda sağlayamadığı için gecikti. Zaten biraz daha gecikse unutmaya başlayacaktık. :)

12 gecelik seyahatimiz New York ile başladı, New York ile bitti. Arada Key West, Miami ve Orlando' yu da gördük.

Yine bölüm bölüm, gördüklerimizi anlatıp; naçizane tavsiyelerimizi paylaşacağım.

Vira bismillah...


@ Key West

12 Nisan 2014 Cumartesi

Londra - Mart 2014 - 4

BrewDog Camden


BrewDog Camden
 

Tam 7 sene önce, 2007' nin soğuk bir Aberdeen nisanında, Martin ve James adlı fabrikasyon biralardan yılmış iki  cevval İskoç genci artık taşın altına ellerini koymaya karar vermişlerdir. Arkalarında ne aile serveti, ne de bu girişime destek olacak bir sermaye grubu yoktur. Yalnızca çekmiş oldukları banka kredisi, iyi ve daha önce yapılmış olanlardan farklı bira üretmeye duydukları aşk, 9 çalışan  ve bir köpekle BrewDog' u kurarlar (biraz Hollywoodvari bir açılış oldu:).

BrewDog Kurucu Ekip: 9 Çalışan + 1 Köpek :)
 

Henüz 2. yıllarında Tokyo adlı biraları ortalığı kasıp kavurur. Bu küçük ve bağımsız bira üreticisinin bu başarısı Britanya basınının da dikkatinden kaçmaz. Bunun sonucunda üretim 4' e katlanarak 4.000 hl ye yükselir. Bu da onları İskoçya' nın en büyük bağımsız üreticisi yapar. Tabi bu başarı sektörün egemen güçlerinin de dikkatinden kaçmaz ve Britanya' nın büyük alkol üreticilerinin kurduğu "Portman Group" BrewDog' un bir çok birasının satışını yasaklar. Onlar da Japonya, İsveç ve Amerika' ya ihracata başlayarak bu atağa cevap verir.



Biraları için " Punk IPA", "5AM Saint", "Chaos Theory" gibi kült isimler bulmayı her zaman beceren BrewDog; 2009 yılında ismen benim favorim olan "Tactical Nuclear Penguin" i üretir. Tabi yaratıcılığın hiç bir zaman isimle sınırlı kalmadığını biranın 9 ar ay 2 ayrı tür viski fıçısında bekletildikten sonra, 2 hafta bir dondurma fabrikasında dondurulduğunu ; donmayan sıvının ayrıştırılarak %32 alkol oranıyla o zamana kadar yapılmış en yüksek alkollü biranın ortaya çıktığını söylersek sanırım ikna edici olur. :)

The Nuclear Penguin


Bu arada 2009 yılında ekonomik krize rağmen halka açılarak daha fazla büyüyüp; çalışan sayılarını 24' e ; üretimi de 9.000 hl ye çıkarmışlardır.

2010' a gelindiğinde bir sonraki aşamaya çıkılmıştır artık, "Hardcore IPA" ile "World Beer Cup' dan altın madalya alıp, Aberdeen' de ilk publarını da açarlar (Geç de olsa yavaş yavaş konuya geliyoruz .). :)  James kardeşimiz de İskoçya dan yılın genç girişimcisi seçilir. Bu arada en yüksek alkollü bira üretiminde de başka bir üretciyle kapışıp son noktayı %55' lik "The End Of The History" ile koyarlar (bkz Fukuyama).

2011' de Edinburgh, Glasgow ve Londra-Camden' da (çok az kaldı:)) yeni publar hizmete girer. Bu senenin deliliği de okyanus tabanında bir tankta dinlendirilen "Sink The Bismarck" olur.

Sink The Bismarck


2012 yılı yine atılım yılıdır. Diageo ile kapışmaları medyada geniş yer bulur ve bu ilgiyi başarıya çevirmekte yine zorlanmazlar. Daha büyük bir üretim tesisine geçerler ve İskoçya' nın "En Hızlı Büyüyen Şirketi" seçilirler. Tabi bira konusunda gelişmeler de aynı şekilde olimpiyatlar için özel ürettikleri bira ve efsanevi "Dead Pony Club" ile devam eder.

BrewDog Brewery @ Shoreditch


2013' de ise artık bir tv fenomonu olmuşlardır. Martin ve James' in Amerika' da turlayıp; her şehirde orayı yansıtacak detaylarla bira üretimini konu olan Brew Dogs' u izlemediyseniz; torrent vs indirip göz atmanızı tavsiye ederim. San Francisco' da geçen bölümde, şehrin meşhur sisini damıtıp o suyla bira ürettiklerini söylersem, nasıl çılgın bir kafa yapısından bahsettiğim daha iyi anlaşılır heralde. :)

Brew Dogs


Son olarak bugüne geldiğimizde üretim 60.000 hl ye yaklaşır. Britanya dışındaki ilk barlarını da Stockholm' de açarlar. Ama bundan daha fazla gurur duydukları gelişme Çin' de fake bir BrewDog barının açılması olmuş. :)

Fake Brew Dog China


Bu kısa! girişten sonra ziyaretimize geçelim. Londra gezimizin  ana teması her ne kadar Chelsea - Galatasaray maçı olsa da; en az maç kadar beni heveslendiren bu çılgın adamların barına gidip biralarından tatmaktı. Oblix çıkışında metroya atlayıp Camden' a geçtik. Metro durağından kısa bir yürüyüşle 113 Bayham Street, Camden Town adresindeki mekana geldik. Pazar akşamı 22:30 kapandığı için fazla vaktimiz kalmamıştı ama hiç değilse birer biramızı içip, hamburgerlerini tadabildik. Hamburgerleri bir bar mutfağı için gayet lezzetli ve porsiyonları doyurucu ama tabi sadece hamburgerini yemek için gelmeye değecek kadar değil. Bira olarak da "Fake Lager", "Dogma", şurup şişesi şeklinde bir ambalajla sunulan  %32 alkollü "Watt Dickie" ve efsanevi başka bir bira üreticisi olan Mikkeller' in "I beat You" sunu denedik (Mikkeller ve bir kaç üreticiyle ortak ürettikleri biraları da var.). Watt Dickie hariç diğerleri içimi rahat ve çok memnun kaldığımız biralar oldu. Watt Dickie ise biradan ziyade konyağa yakın bir tattaydı, bayıldığımızı söyleyemem. :)

Watt Dickie


Fiyatlar ise Londra' daki orta halli bar, pub fiyatlarında; astronomik bir hesapla karşılaşma korkunuz olmadan gidebilirsiniz. Ben bir dahaki ziyarette bu sefer de gündüz gidip daha detaylı bir inceleme yapma planı içerisindeyim, buradan expansion set olarak yine paylaşırız. :)

BrewDog Camden


P.S. Çalışma saatleri:

Pzt - Perş       12pm  - 11.30pm
Cum - Cmt    12pm - 12pm
Paz                12pm - 10.30pm


24 Mart 2014 Pazartesi

Londra - Mart 2014 - 3

The Shard



The Shard ve London Bridge


Londra` nın benim en beğendiğim özelliği tarihi ve modern yapıları uyumsuzluk oluşturmayacak şekilde bir araya getirebilmiş olması. 2003 Aralık ayında tamamlanan The Gherkin; her ne kadar Londralılar tarafından en çirkin bina seçilse de, şehrin simgelerinden biri olmuş durumda. Keza 1999 da inşa edilen London Eye da. Geçen yıl ocak ayında açılan The Shard`ın da  bu örneklere kısa zamanda eklenmemesi şaşırtıcı olur.
 
The Gherkin
 
Şu an itibarı ile 306 metre yükseklik ve 87 kat ile Avrupa Birliği` nde bulunan en yüksek bina.  Konum olarak da London Bridge`in hemen yanında yer  alıyor (Bu arada merak edenler için Sapphire 261 metre.). Mimari açıdan da Sapphire`in 1lt lik süt kutusu yapısına pek benzemiyor, estetik kaygılar gözetilmiş. Yalnız bu estetik kaygılar nedeniyle ofis katlarının özellikle üst katlarda kullanışlı olmaması; pek çok katın hala boş olmasına yol açmış.
 
2011 yılında, henüz inşaat devam ederken kendilerini “Place Hackers” olarak adlandıran bir grup güvenliği atlatarak binanın tepesine çıktı. Buradan çektikleri  Londra manzarası fotoğrafları sosyal medyada büyük ilgi topladı. Dipnot olarak bu hackerlardan birinin Oxford Üniversitesi`nde araştırmacı olduğunu belirteyim.
 
Place Hackers @ The Shard
 
İnşaata olan korsan tırmanışlar bunula da sınırlı değil, raporlanmış bir düzineden fazla base jumping (http://en.wikipedia.org/wiki/BASE_jumping ) ve Greenpeace gönüllülerinin Shell`i protesto amaçlı bayrak asmaları gibi olaylar da mevcut. İnşaatın nasıl bir güvenliği varmış merak etmedim değil. J
 
Save The Arctic - Greenpeace @ The Shard 
 
Binada 1 adet otel ve  “Aqua Shard” ,”Oblix” ve “Hutong” isimli 3 adet şık restaurant/bar bulunmakta, biz 32. Kattaki Oblix`e gittik. 3 ü için de en az 2 hafta önceden yer ayırtmak gerektiğini belirteyim, biz rezervasyonumuz olmadığı için barda takılabildik. Bu arada binanın resepsiyonunda dress code a önem veriyorlar, spor giyinmemenizi tavsiye ederim; biz converse yüzünden biraz sıkıntı yaşadık girişte :).
 

Oblix

Oblix

 
Zuma' nın da kurucusu olan Rainer Becker' ın yeni restaurantı Oblix, açılışının henüz ilk yılı dolmadan şehrin en popüler mekanlarından biri olmayı başarmış durumda. Yalnız konsept olarak Zuma' ya çok yakın değil; daha batılı, New York esintileri taşıyan bir mekan. Burada en önemli pay yemek yerken seyredebileceğiniz inanılmaz Londra manzarasına verilebilir. Zira London Bridge' i, Thames Nehri'ni, The Gherkin' in tepesini, Tower of The London ve London Bridge' i aynı anda görebileceğiniz çok fazla mekan yok. Turistlerin de popülerliğine katkısı yadsınamaz. Fakat kendi müdavimlerini yaratması; servis ve lezzet konusunda da başarılı olduklarını gösteriyor. Biz yemek yemediğimiz için, yemeklerin lezzeti ile ilgili yorum yapamayacağım. Fakat hem yerel bloglardaki yazılar hem de daha önce gitmiş olan arkadaşlarımın yorumları bu konuda çok olumlu. Biz yalnızca cin tonik ve long island ile yetindik ama diğer kokteyllerinin de tutulduğunu söyleyebilirim. Fiyatlar böyle bir mekandan bekleyebileceğiniz üzere pek ucuz değil. Balıklar ve etler £24-30 arası, tabi £70-100 arasını gözden çıkarırsanız Japonların meşhur wagyu sığırlarının da tadına bakabilirsiniz. Bar kısmında da geniş bir içki menüsü var kokteyl fiyatları £12-17, cinler £15 civarında. 
 
Oblix' ten Manzara

 
 
Biz akşam 9 gibi gittik ama eğer ilk kez gidecekseniz tavsiyem, hava kararmaya yakın saatte giderek hem gündüz hem de gece manzarasının tadını çıkarmanız. İnternet siteleri:
 
 
4. bölümde de ödüllü İskoç brewery Brew Dog' un Camden' daki pub ıyla devam edeceğiz.
 
 
 
 

23 Mart 2014 Pazar

Londra - Mart 2014 - 2

The Breakfast Club


Kahvaltı kişisel olarak en sevdiğim öğün (bal-kaymak ikilisine tutkumdan olabilir:)). Türk kültüründe kahveye olan tutkuyu yansıtan, kahve öncesi altlık olarak adlandırılan bir öğün. Tweeter' da (yasaklanmadan önceki eski günlerde malum yazıyı Pyongyang!' dan yazıyorum) yalnızca Türkçe' de kahvaltı kelimesinin kahveye refere ettiğini diğer hiç bir dilde böyle bir durum olmadığını okumuştum. O zaman  İngilizcesinin etimolojik olarak nereden geldiğini merak edip, sondaki fast kelimesinden de giderek; bunu hızlı yenen baştan savma bir öğün olarak gördüklerini düşünüp kınamıştım. Ama tabi kısa bir araştırmayla bu "fast" in hızlı değil oruç/açlık anlamında olduğunu; yani gece boyunca aç kalınması sonrası yenilen gün ilk öğünü olmasından kaynaklandığını öğrenince utanıp İngiliz Kraliyet Dil Kurumu' na kısa bir özün metni geçtim.  Neyse geyiği daha da uzatmayıp,
konumuza dönelim. :)

Kahvaltı konusunda yukarıda bahsettiğim hassasiyetimden kaynaklı Londra yolculuğuna çıkmadan şehrin en iyi kahvaltıcılarını araştırmaya başladım. Malum İngilizler kahvaltıda bizim gibi zeytin, peynir,tereyağı, bal vs. değil bizim öğlen veya akşam yemeğinde tercih edebileceğimiz "İngiliz kahvaltısı (full breakfast)" yiyorlar. Eski İngiliz kolonileri ve US' de yöresel farklarla ortaya çıkabilse de genel olarak bacon, sosis ve yumurtadan oluşan sıklıkla patates, fasulye ve yulaf ununun eşlik ettiği bir öğün.

Araştırmalarım sonunda The Breakfast Club' da karar kıldım. İsmini John Hughes'un yazıp yönettiği 80lerden bir gençlik filminden alan, Londra'da 5 şubesi olan (6.sı yakında açılıyor) bir zincir. Zincirin en eski şubesi Soho' da olsa da biz tavsiye üzerine en küçük şube olan Angel' a yöneldik. Angel metro istasyonundan 5dk yürüyerek vardık. 31 Camden Passage adresinde ki bu sokakta antikacılar, enteresan hediyelik eşyalar da bakabilirsiniz.


 
 
 
Kapının önünde pazartesi sabahı olmasına rağmen Edirne' deki Aydın Ciğercisi tadında bir sıra olmasından mekanın popülerliğini teyit ettik. Zaten pazar sabahları ortalama 1 saat sıra beklendiğini duyduğumuz için bir gün sonraya bırakmıştık. İçerisi küçük, bir kaç masalı bir yer ; şansımıza 10 dk kadar bekledikten sonra tam da cam kenarında bir masa bulabildik. Yumurta menüsünden "Huevos Rancheros" ve pancake menüsünden "Veggie All American" tercih ettik; tabi domuz yemememiz bu vejetaryan tercihimizde etkili oldu. :)
 
 
 
Porsiyonlar fazlasıyla doyurucu biz öğle yemeğini pas geçtik kahvaltıdan sonra. Bu arada her ne kadar kahvaltı kulübü olsa da öğle ve akşam yemeği de servis ediliyor. Ayrıca bira, şarap ve kendi kokteylleri de bulunuyor. Diğer öğünleri denemediğimiz için yorum yapamayacağım ama burgerlerinin lezzetli olduğu söyleniyor.
 
 
 
Menünün detayları, diğer şubelerin adresleri gibi bilgilere ulaşabileceğiniz eğlenceli bir web siteleri de var ama rezervasyon almıyorlar.
 
 
 
 
Bu da kendi blogları:
 
 
Çok yakında serinin 3. yazısı da geliyor. ;)
 

21 Mart 2014 Cuma

Londra - Mart 2014 - 1

Seyahat üzerine küçük ip uçları, tavsiyeler ve yorumlar üzerine olmasını planladığım bloğun ilk yazısının pek çok Türk ün favori seyahat destinasyonu olan Londra olması biraz iddialı ama ne diyelim Allah utandırmasın. :)
 
Chelsea - Galatasaray Şampiyonlar Ligi Son 16 turu 2. maçını bahane ederek; vizemin bitmesine 2 ay kala 2. Londra seferine çıktık. Tabi her ne kadar maç temalı bir gezi olsa da gezilecek yerler ile ilgili bir ön çalışma yapmadan yola çıkmak olmaz. Big Ben, Houses of Parliament, British Museum gibi turistik noktaların çoğunu ilk ziyaretimde görmüş olduğum için listeye daha çok hip restaurant/barlar; yeme içme alışverişi yapılacak yerleri aldım.
 
Mekanlar ile ilgili bilgi ve yorumlara geçmeden otel seçimini araya sıkıştırayım. Yine ilk ziyaretimde kalıp çok memnun ayrıldığım Paddington bölgesini seçtim. Hem Hyde Park a 5-10 dk da yürüyecek kadar merkezi olması hem de 4 ayrı metro hattı (Bakerloo, Circle, District, Hammersmith and City) ve Heathrow Express durağı bulundurmasıyla turistik geziler için ideal bir bölge. Burada da 3 yıldızlı, küçük ve bakımlı bir otel olan Hotel Edward dan memnun ayrıldık. Londra merkezdeki astronomik fiyatlı oteller dışında odalar zaten çok küçük ve burası da bir istisna değil. Fakat temizliği, metro durağına yürüyerek 2 dk da ulaşılması, odalarda duş/wc, LCD tv, kettle vs bulunmasıyla bizi fazlasıyla tatmin etti. 4 gece için de 2 kişi £300 ın biraz altında bir para ödedik. İlgilenenler için linki;
 
http://www.booking.com/hotel/gb/hoteledward.tr.html
 
 
 

The Bar With No Name

 
Cumartesi akşamı otele varıp eşyaları bırakmamızla ilk durağımız olan "The Bar With No Name" için harekete geçtik.
 
 
 
 
 
Adından da anlaşılacağı gibi kapıda tabelası olmayan bilenlerin geldiği bir bar. Diğer adı da direkt adresi olan 69 Colebrooke Row; semt olarak da Angel da yer alıyor. Angel metro durağından çıkınca yürüyerek 5 dk da ulaşmak mümkün. Ama özellikle hafta sonu gidecekseniz mutlaka internet sitesi üzerinden ya da telefon ile rezervasyon yaptırın; mekan da küçük olduğu için yer bulmak mümkün olmuyor. Mekanın neden bu kadar meşhur olduğuna gelince temel neden barmen (mixolog diye de geçiyor, bu sayede böyle bir meslek dalı olduğunu da öğrenmiş oldum :)) Tony Conigliaro ve kokteylleri. Kendisini kokteyllere adamış, konuya kimyager hassasiyetinde yaklaşan bir abimiz, aynı zamanda mekanda belirli günlerde workshoplarda düzenliyor. Kendisin gazete ve dergilerde yayınlanmış yazıları, kokteyl üzerine kitapları ve muhtelif ödülleri de mevcut.
 
 
Menüde 15 civarı kokteyl (3 ü alkolsüz), birer çeşit de beyaz/kırmızı/roze şarap ve bira (Belçika) ile 3 çeşit şampanya bulunuyor. Mevsimsel olarak kokteyl listesinde değişiklikler olabiliyor zira Tony abimiz her işine saygı duyan barmen gibi yalnızca taze meyve ve sularını kullanmakta. Menüdeki çeşit sayısı az görünebilir ama sadeliği benim hoşuma gitti. Alkollü kokteyllerin hepsinin fiyatı £9,5. Biz "soy cubano", "coral fizz" ve "death in venice" i deneme şansı bulduk. Son 2 si fresh ve hafif kokteyller, soy cubano ise tatlımsı ve alkolün baskın tadını alabileceğiniz bir karışım.
 
Angel semt olarak bizim Cihangir muadili bir yer olduğu, burası da o standardlar için bile hip bir mekan olarak kaldığı için ambiyans tatmin edici; garsonların da kimyager önlükleri ortamı tamamlıyor. Bunun yanında personel gayet güler yüzlü ve ilgili özellikle İstanbul da son zamanlarda moda olan müşteriden daha ukala garson konsepti buraya, neyse ki, gelmemiş.
 
Sohbeti, engellemeyen, Godfather serisini anımsatan rahatlatıcı müzikler de mekanın ruhunu yansıtıyor. Dediğim gibi mekan gayet küçük, 10 civarı masa var; sıkışıklık hissi ise rahatsız edici olmaktan ziyade samimi bir hava yaratıyor. İngiltere de iş sonrası pubda bira içmeye alternatif; kokteyl içip biraz sohbet edebileceğiniz ya da club öncesi keyifli ve rahat vakit geçirebileceğiniz bir yer. Biz memnun kaldık; bundan sonra ki Londra ziyaretlerinde de uğranacak yerler listemiz ekledik.
 
http://69colebrookerow.com/
 
Yazının 2. kısmına da Londra nın en iyi kahvaltı restaurantlarından biriyle yakında devam edeceğiz. Bizden ayrılmayın :)